Beklenen
Elinde kahve dolu bir kupa ile pencere kenarına geldi. Burnunu cama yapıştırınca ancak sokağın başını görebiliyordu. Bugün bu pencere önünden hiç ayrılmasa dahi onun gelişini beklemeye hazırdı. İçeride neredeyse bütün evi kaplayan bir kahve kokusuna bir keman eşlik ediyordu. Bir cümle geldi aklına: “Üst kattan gelen keman sesine kulak verdi.” o küçük evde yaşarken daha çok küçükken kurduğu o cümle. Gündelik rutinleri içinde ne keman çalmak vardı ne de keman dinlemek; ama bir öyküye bu cümleyi yazmak isteği işte tam o gün doğmuştu içine. Bunca yıl da o cümleyi taşıdı içinde. Şimdi bütün evi dolduran o keman sesiyle bekliyordu ya işte onu, bu da belki artık bir öykü cümlesi kadar büyülü bir haldi. Öykülere ve kemana olan takıntısına dalmışken elinde kupanın sıcaklığını buldu, kafasını kaldırınca bahçe kapısını gördü. Belediyenin böyle kararları da olmasa buranın yeryüzüne ait bir yer olacağına inanmazdım, diye gülümsedi içinden. Bu sokağın bütün kapıları ahşap ve rengârenkti. Kapının rengine ev sahibi kendi karar verebiliyordu. Sokak baştanbaşa renkli kapılarla doluydu. Siyah, sarı, onun kapısı gibi yeşil, zümrüt yeşili. İnsanlar da anlaşmış gibi hep farklı renkler seçmişler diye gülümsedi sokağın tamamını görmeye çalışırken. Alnı cama vurunca durdu, acaba kapımızın rengini tanıyabilecek mi diye ince bir sızı geçti içinden ve kemanın tellerine aktı. Bu kadar kırılgan olduğunu bilmese yine de yıllarca bekleyebilir miydi onu?
Bu bekleyişleri oyun haline getirmişti. Yıllardır arada o pencerenin önüne geçer çünkü sokağın başı bir tek buradan görünür, denize doğru inen sokağın bu başından geleceğini bilir gibi hep o tarafa bakardı, kahvesinin ve keman seslerinin de onu beklediğini bilirdi. Bir gün gelecekti yoksa bu evi kuramazdı onun için. Bu pencereyi düşleyemez, sokağı böyle görecek bir cepheye konduramazdı.
Ve işte biri geliyor, bu o olmalı. Üstünde beyaz bir sweat, altında kot pantolonuyla güneş neredeyse batacak; ama güneş gözlüklerini gözlerinden kaldırmamış, buna rağmen yüzündeki tebessümden gözlerinin ışıldadığından neredeyse emin olurdunuz. Kapıyı geçti, sokağı boydan boya yürüdü, hemen tanımadı rengini sonra dönüp geldi, büyük bir coşkuyla ve kendinden emin bir halde; ama ürkek elleriyle kapıyı aralayıp eşiği geçti. Bulmak istediği bir şeyler çıksın karşısına diye arayan gözlerle inceledi, kapıyı, eşiği…
Şimdi kafasında kurdukça ilerliyor artık bir şeyler bulduğu kesindi.
Evet, basamaklar var önünde, indiği yer biraz bakımsız betondan bir bahçe, oradan tekrar merdivenleri buluyor ve esas evin kapısına çıkıyor. O, onu buluyor bu yeni eşikte. Birbirlerine tanıdık yabancılar gibi sarılıyorlar. Hiç konuşmadan evin tam giriş kapısından başlayan dar ve ahşap merdivenlerden en üst kata, çatı katına çıkıyorlar. Biri önde diğeri arkada. Onun yıllarca beklendiği o kutsal pencerenin olduğu kata hiç uğramadılar, evin tamamını bulmaya hazır değil. Çatı katının geniş balkonundan deniz alabildiğince cömert onlara sergileniyor, çatı katına kadar erişmiş ağaçlar… Dolgun bir kayısı ilişiyor gözüne dalda. Bu kayısıyı düşünüyor: doğduğu evdeki mi, yoksa dedesinin köydeki evinde, kendini balkona atmaya çalışan o heybetli kayısı ağacı mı? Bunu bulabilir mi, gerçekten bu dünyaya hangi kayısı ağacını aldığını bilebilir mi?
Buraya ilk kez gelen, onu bekleyeni buluyor bu soruların arasında. Onun bütün cevapları bildiğini biliyor, sabretmesi gerektiğini de. Önce hep istediği o tek kişilik salıncağa kuruluyor, rahat minderinin içinde kaybolmak istiyor, yakınında durmaya hazır değil. Hem sallanıp hem de onu incelemek niyeti. Beriki gergin ve kararlı bir şekilde sehpanın yanındaki sandalyede. Ona bir fincan çıkarmış, klasik tombul bir fincan, kahve fincanlarından biraz daha uzun, süt içilecek cinsten, sevdiği şekilde bir kahve hazırlayıp diğer sandalyenin önüne bırakıyor fincanı. Sallanan, zamanın geldiğinin farkında, çocuksuluğunu da yanına alıp oturuyor tam karşısına bir yetişkin olarak; ama sanki hala biraz yüksekte ve uzakta çünkü o beklenen.
Görsel: Ahmed Emad Eldin