theme-sticky-logo-alt

Açelya

2004 yılının Eylül ayıydı ve benim için üniversitenin ilk günüydü. Bütün gece uyuyamamıştım heyecandan. Yine aile evindeyim, liseden hiçbir farkı yok. Başka bir şehre gitmeyenlerdenim. Sabah uyanacağım, babam beni otobüs durağına bırakacak. Otobüsle okula kendim gideceğim en azından. Bu durum farklı lise yıllarından.

Otobüse bindim. Kalbim küt küt ederken otobüsün virajlı yollarda savrulmasıyla midemden garip sesler gelmeye başladı. Elimi yumruk yapıp ağzımı tuttum. “Az kaldı Açelya, dayan!” dedim. Az sonra gelmiştim okula. Benim gibi yüzlerce insan üniversite kapısından içeriye giriyordu. Kayıt gününde aldığım kart ile turnikeden geçtim. İngilizce sınavından kaldığım için hazırlık sınıflarının nerede olduğuna baktım girişteki panodan. Sınıfı buldum, birkaç kişi vardı içeride. Kendime bir yer bulup oturdum.

Gözlerim hızlı hızlı etrafı tarıyordu. Her şeyin yeni olduğu bir gün. Elimde kalemimi çevirip duruyordum. Birkaç kez düşürdüm. Cıvıl cıvıl bir kız geldi o sırada. “Selam, ben Göknur.” dedi neşeyle. Ben de kendimi tanıttım. Göknur Balıkesir’den gelmiş İstanbul’a. Ailesi Üsküdar’da bir ev tutmuş, orada kalıyormuş. Lisede milli yüzücüymüş. O nedenle okulda da yüzmeye devam edecekmiş. Bir erkek arkadaşı varmış, o da İstanbul’da başka bir özel üniversiteyi kazanmış. Milli sporcu oldukları için burslu girmişler. Haftasonu Kadıköy’de bir şeyler içer miymişiz? İlk konuşma için çok fazla bilgi. Ne düşündüğümü, isteyip istemediğimi bilmeden kesik kesik bir “Olur.” çıktı ağzımdan. Annem ve babam izin verir mi bilmeden cevapladım. Evet hala onlardan izin istiyordum. Üniversiteye girmiş olmam pek bir şey değiştirmedi hayatımda. Neyse, o konulara sonra geliriz.

Sınıf yavaş yavaş doldu, birkaç kişiyle daha selamlaştım. Kimse Göknur kadar hayat hikayesini anlatmadı. Sonra hoca geldi. Zil çalmıyor herkes ders saatlerine göre sınıflara giriyordu. Bu benim için yeniydi. Sanırım herkes için yeniydi. Çünkü derste bir çocuk “Hocam zil ne zaman çalacak?” diye sordu. Birkaç kişi kıkırdadı bu soruya.

Öğle arasında Göknur ve sınıftan iki kadın arkadaşla birlikte kantine gittik. Tost ve ayran yedim. Kantinde çok fazla yeni yüz vardı. Hepimiz birbirimize ufak bakışlar atıyorduk. Aşina olmak, burada rahat etmek için etrafı tanımaya çalışıyorduk. Bazı bakışmaların süresi uzuyordu. Sohbet ede ede yedik yemeklerimizi ve çıktık tekrar derse. İlk gün tanışmalarla geçmişti. Artık üniversite başlamıştı. Tamam, tam anlamıyla seneye başlayacaktı ama üniversite ortamında olmak bile çok farklıydı. Okula giderken istediğim kıyafetleri giyebiliyordum nihayet. İyi ama yarın ne giyecektim? Ve sonraki gün? Ve ondan sonraki gün?

Eve gittiğimde dolabımdaki tüm giysileri döktüm. Üstüm başım leş gibi sigara kokmuştu. Hayır ben içmiyordum ama kantin dumanaltı olduğu için içmekten beter oluyordum. Çıkardıklarımı yıkamaya atsam yarın ne giyecektim? Kot pantolonumu sandalyenin üzerine astım havalanması için. Kalanları kirli sepetine. Yarın da üzerime kırmızı uzun kollumu giyerim diye düşündüm.

İki ay geçmişti. Artık sınıftakilerle kaynaşmıştık. İlk haftasonu bahaneler bulmuş Göknur ve erkek arkadaşı ile Kadıköy’de buluşmamıştım. Sonraki haftalarda da buluşmamıştım. Henüz dışarıda kimseyle buluşacak kadar yakın görmüyordum kendimi. Ta ki yine aynı sınıfta olduğum ve öğle aralarında beraber vakit geçirdiğim Melike doğum gününe çağırana kadar. Cuma akşam fasılda kutlayacaktı doğum gününü. Annem izin verir mi vermez mi bilmeden “Olur, gelirim.” dedim. İkna ederdim nasıl olsa.

Akşam yemeğinde anne- babama bu konuyu açtığımda biraz zorlanarak izin verdiler. Sanırım arkadaş ortamından uzak kalmamı istemediler. Dikkat etmemi, sadece bir kadeh içmemi tembihlediler. Zaten babam bırakıp babam alacaktı. Muhtemelen annemle beraber yakınlarda bekleyeceklerdi beni. Arkadaşlarım bunu fark etmediği sürece benim için hiçbir sorun yoktu. Zaten ben de gece dışarı çıkmaya alışık değildim ve ailemin yakınlarda olmasından rahatsızlık duymuyordum.

İlk kez böyle bir ortama gireceğim için ne giyineceğime bir türlü karar veremedim. Şık kıyafetim yoktu, her şeyim günlüktü. Çıkıp alsam mı diye düşünüp duruyordum. En sonunda annem “Hadi gel Açelya, bir şeyler alalım sana.” dedi. Beğenmeyerek bir bluz aldım. Beğenmedim çünkü hiç tarzım değildi. Aldım çünkü fasılda kızların süsleneceğine emindim. Öyle konuşuyorlardı sınıfta. Yanlarında çok spor kalmak istemedim. Yine de bluzun altına kot pantolon giymeye karar verdim. Her gün giydiğimi.

Cuma günü okuldan döndükten sonra kuaföre gittim ve fön çektirdim. Babam işten gelene kadar hazırlandım ve sonra beraber çıktık evden. Tahmin ettiğim gibi annem de geldi bizimle. Beni yakınlarda beraber bekleyeceklerdi. En azından bir sokak ileride bıraktılar ve içeri girince, arkadaşlarınla buluşunca mesaj at dediler. Dedikleri gibi yaptım.

Henüz sadece Melike ve en yakın arkadaşı olduğunu orada öğrendiğim Miray gelmişlerdi. Miray’da Melike gibi havalı bir kızdı. Yani ortama nasıl uyum sağlayacağını bilen, çekingen olmayan. Benim gibi değillerdi. Ben çekingendim. Biraz da asosyal. O gün, oraya gitmek benim için büyük adımdı. Ellerimi nereye koyacağımı bilemeden, hafif kamburum çıkarak ve sırt ağrımla oturdum sandalyede. Yavaş yavaş geldiler derken o girdi kapıdan. Yani Barış. Onu ilk kez orada gördüm. Merhaba derken gözlerimi öyle çok oynattım ki anladı mı acaba diye ödüm koptu. Bütün akşam bakışlarım ona döndü durdu. Barış. Baktıkça vücudumda daha önce hiç hissetmediğim karıncalanmalar oluyordu. Karnımda, göğsümde. İşte bizim hikayemiz böyle başladı.

Devamı gelecek…

Önceki Yazı
Bir Portakal Sorunsalı
Sonraki Yazı
Yargı mı, tespit mi?
15 49.0138 8.38624 1 1 4000 1 https://daginikkalsin.com 300 0