Çam Ağacının Gölgesinde*
*Çam Ağanının Gölgesinde, Handan Kılıç’ın 2022 yılında çıkan romanı. Yazarın bu ilk roman fakat daha önce yayınlamış öyküleri var. Bir ilk roman izi varsa ben bulamadım hatta çok başarılı bulduğumu da en başta söylemek isterim ki sonra laf arasında kaynamasın.
Çam Ağacının Gölgesinde bir roman. Yazarını şahsen tanıyor olmasam karşıma çıkar, okur muydum bilmiyorum. Kitapların hayatıma girmesi ve okuma zamanım beni en az kitaplar kadar etkiliyor.
Kitabı okuyalı aylar oldu fakat hemen yazamadım. Zaten alır almaz da okuyamamıştım.
Kitabı yeni taşındığım evin balkonunda okudum, kendime bir çam ağacı seçmek için arada manzaraya da daldım. Yazılanları düşünmek gerekti bazen. Eylüldü. Yeni bir şehre, yeni bir eve alışırken okudum onu. Okuyunca bunun ne demek olduğunu çok daha iyi anlayacaksınız.
Kitap Hikmet’in –Hikmet bir kadın- eski hayatını bırakıp yeni hayatını kurmaya çalışırken aynı zamanda da bu kitabı yazma hikâyesini anlatıyor. Bir üstkurmaca. Geçmişine dönen bir kadının çocukluğunu, gençliğini sorguladığını ve aynı zamanda da yazma sancıları çektiğini okuyorsunuz. Bir eş ve anne olan Hikmet hayatı oralardan anlatmıyor. Bir kadın, bir kız evlat ve bir torun okuyorsunuz daha çok. Geçmişini, köklerini ve bir de bu yaşından belki de bir yazar gözüyle uzaktan görmesine şahit oluyorsunuz. Kitabı kendi gündelik ev hikâyesinin içinden okutuyor bize ve bence bunu da çok başarılı yapıyor.
Beni en çok heyecanlandıran kısmı babaannesinin hikâyesi değil de kendi taşınma hikâyesi oldu. Tamamen yabancısı olduğum bir şehirde, bir mahallede geçmişine giden bir kadın olarak Hikmet yeni yepyeni bir hikâyede, hikâyemde satır satır eşlik etti bana. Hikmet’in salon takımı, Ankara’daki evi, tül perdelerle olan hikâyesi, evin karşısındaki bir vasiyet gereği orada duran çam ağacı… Hepsi hepsi benim için yazılmış gibiydi. Ben de hemen kendime bir çam ağacı seçtim çünkü benim manzaramda da çamlar var.
Hikmet çekirdek ailesiyle baba evine dönen bir kadının hikâyesi olarak başlıyor. Ev, yuva, aile kavramlarını samimiyetle düşündürüyor. Sonra adını da aldığı babaannesinin hikâyesine geçiyor; bir kadın ve bir göç hikâyesi o da. Okurken otobiyografik izler buldum ve onu tanımış olmamın, çok uzaktan da olsa, bir yazarın hayatından izler bulmanın çocuksu hınzır hissini yaşadım.
Hikâye çok samimi, bununla birlikte üslup hikâyenin ruhuna öyle uygun akıyor ki… Ne demek istediğim anlaşılacak mı bilmiyorum ama aylar önce okumuş olduğum kitaptan; çay, kızartma kokuları, tatlının çıtırtısı duyuluyor. Okuldan bir arkadaş bize peksimet aldığında Hikmet babaanneyi, bahçelerindeki çay keyiflerini huysuzluklarını hatırladım hemen. Sanki mahalleden komşummuş gibi. İlk kez peksimet yedim ben burada. Bu da kitabın bir cilvesi olarak geçsin kayıtlara istedim. “Göçlerde, savaşlarda yenir o” diye açıkladı bir arkadaş okulda. Sonra başka biri dedi ki: “Biz bunu sütle ıslatıyoruz, sonra üstüne şeker serpiyoruz.” Ben onlara Hikmet babaanneden hiç bahsetmedim, o nasıl yiyordu acaba?
Kitaplarla böyle bir yerden ilişki kurmak galiba benim asıl okuma sebebim olmaya başladı. Kurgu ve gerçek böyle kol kola. Fantastik bir eser okusam nasıl bir tanıtım çıkacak bilmiyorum ama Çam Ağacının Gölgesi’nden sonra bir okuma grubuyla “Selvi Nine” ve “Üç Güzeller”i okudum. Selvi bir çam çeşidi değil mi?
Evet, bir kitap tanıtımı ve bir kitap okuma hikâyesi dinlediniz. Sizler eğer benim yazımdan sonra kitabı alır okursanız eminim kendi hikâyenize temas eden bambaşka şeyler bulacaksınız. Okumak iyi ki böyle bir şey. Hayatı da mutlak gerçeklerimden biraz sıyrılıp anlamaya çalıştığım bir yerden hepinize iyi kurmacalar diliyorum. En gerçek kurgucu biz okuyucular değil miyiz nihayetinde?
Emine Kelismail