theme-sticky-logo-alt

Covitizm…

Şehre yağmur yağdığı vakit, önce yüzünü iki avucunun arasına koyar, derin bir “ahh!” çekerdi. Sonra yapabileceklerinin en iyisini yapar, çay koyardı ve kendine “hadi yeniden” derdi, “yeniden geleceğine inan güzel günlerin”. Hiçbir kış sonsuza dek sürmez. Ve virüsle imtihanda bu üçüncü kış…

İlk günler…

Bugün günlerden pazartesi, Nisan ayının tam ortası ve ben 27 gün sonra ilk kez arka bahçeye çıkıp çimenlerin üzerinde yürüyüp baharı soludum. Ne tuhaf, biri bugünlerden geçeceğimizi söylese “Sen çok bilim kurgu izliyorsun, amma da felaket tellalısın” derdik, ama şimdi senaryosu hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadığımız, pek çok yaşamsal pratikliğimizden vazgeçmek zorunda kaldığımız, anbean yazılan distopyanın edilgen özneleriyiz her birimiz. Koskoca iki yıl geçmiş ve kaç mevsim gözümüzün önünde yitik ve yetim, dokunamadan…

Beyaz kiraz ağacımız çiçek açmış misal; papatyalar, 2017 Nisan ikindisinde kendime yaptığım o taç geldi aklıma. Sonra iğde ağacımın o sokağa yayılan kokusu, hala çıkmasaydım mahrum kalacağım o eşsiz koku… Sonra bir anons duydum “Dışarıda olan vatandaşlarımız, zaman dolmuştur, lütfen evlerinize giriniz.” İçimden kocaman bir “Ahh” geçti, sonra Didem Madak ve o çok sevdiğim şiiri: Ah’lar Ağacı. Bunca acı tek bir şiire nasıl sığardı?

Düşünsene, birine sarılmak, öpüp koklamak, kulağına eğilip tatlı sözler fısıldamak, uzun süre görüşülmediği için şöyle kolların yettiğince kucaklamak, başını en sevdiğin dostunun omzuna yaslamak ciddi anlamda mazide kalmış ve korkularımıza eklenmiş olabilir.

Salgının ilk günlerinden notlar bunlar. Maskesi, dezenfektanı, kolonyası, kaygısı ve korkusu ve daha pek çoğu konuşuldu da sıklıkla özlediklerimiz, normalleştirdiklerimiz, ilk kez deneyimlediğimiz yeni yaşam pratikleri içerisindeki var olma mücadelemizden yeterince söz eden olmadı. Bolca film ve dizi yapıldı, distopyalar yazıldı, aynı programlarda aynı uzmanlara aynı sorular defalarca soruldu, kurullar toplandı da pandemi dönemi normalleştirilip belki de bir daha asla geri dönmeyeceğimiz “haller” konuşulmadı, terk etmek zorunda kaldığımız davranış kalıplarının bahsi yapılmadı. Modern zaman insanının yalnızlaşması, kuşaklar arası farkın giderek açılması, öğretmenlerin online derslerle imtihanı, bir yaş grubunun yeni yaşam şekline alışma sancıları anlatılmadı.

“Özlediklerimiz” dedim, hiç özleyeceğimi düşünmediğim şeyleri bile özledim örneğin; hani uzun yol otobüslerinde gece yolculuk yaparken, birden uykuda gelen anonsla ışıklar açılır ve sen şişen ayaklarınla ağır aksak yürüyerek kalan mola zamanını hediyelik eşya reyonundaki isme özel anahtarlıkların içinde manasızca kendi ismini arayarak geçirirsin ya işte bu hayatta özlenecek pek çok kare varken salgının ilk yılında yüksek doz kaygı halindeyken bunu bile özledim. O an bir kez daha anladım ki hayat ve belki de mutluluk, küçük ve basit yaşantı deneyimlerinde gizli. Zaten bu virüsten milletçe sağ salim çıkarsak eğer, ilk vazgeçeceğimiz şey birbirimize üç kez sarılmak olacak, iki yetermiş, zira insan bir’e hasret olunca anlıyor; belki dert, yetinmeyi bilmeyişimizdi genel anlamda.

Çok eski zamanlardan bir bilge “sana çok şeyler öğretecek acıya ‘hoş geldin’ de” demişti. Bir başka bilge Schopenhauer, “hayatta rotamızı şaşırmamak için her zaman belli bir miktar endişe, keder ve yokluğa ihtiyaç duyduğumuzu” söylemişti. İnsanı manevi yönden olgunlaştıran hedonist bir hayat yaşamasını da bir parça engelleyen bir histir keder ve özlem, bizi usul usul büyütür. Bu sebeptendir ki pandemi süreci boyunca kendimize, geçmiş yaşantımıza, sahip olup da farkında olmadıklarımıza yönelik bolca analiz yapıp içinden çıkıp bütünüyle kurtulduğumuzda yapacaklarımızın listesini yaptık, bir taraftan da durmadan kendimize ve yeteneklerimize yönelik keşifler elbette…

Bu dönemde en sık bahsi geçen sözcük “kaygılar” oldu. Tuhaf duyarsızlıklar, fatalist bakış açıları, belirsizlikle ve dezenformasyon, bu kaygıların artırmasına da neden oldu ne yazık ki. Esasen tedbirsizlikle, aşırı kontrol arasında sıkıştık, oysa kaygı bir ölçüde bizi doğru davranışa doğru- yönlendirir, yeter ki endişenin yoğunluğunu ayarlayabilelim. Eylemsizlik ya da aşırı eylem, belki de bütün mesele buydu çoğu konuda. Bu dönemler belirsizlik dönemidir, bir parça çaresizlik ve panik bizi tedbir almaya da teşvik eder. Yeter ki bu günlerin geçici olduğuna ve güzel günlerin yeniden yaşanacağına olan inanç ve ümidimizi yitirmeyelim.

Hiç kuşkusuz sona doğru geldiğini düşündüğümüz bu günlerde uzun zamandır yaşadığımız stres ve travmanın birdenbire bizi terk etmesini beklemek mümkün değil. Bir müddet “zihni pandemi” devam edecek, belki hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına da kendimizi inandırmamız gerek, ancak en önemli yaşadıklarımızı doğru okumak, “an”da kalmak, kontrol edemediğimiz geleceği çok fazla düşünmemek, hayatın kaçırdığımızı anladığımız tatlarının farkına varmak, durmadan haber takip etmemek, iyiliği yaymak; ama kendimiz dışındakilerin de “değerliliğine inanıp duyarlılığı kaybetmemek” bizim bu virüsten beden ve ruh sağlamlığı ile çıkmamızı sağlayacak…

Önceki Yazı
İçimdeki Küçük Kıza…
Sonraki Yazı
Yitik Sevginin Bağımlısı
15 49.0138 8.38624 1 1 4000 1 https://daginikkalsin.com 300 0