Tavuk Suyuna Çorba
Kadın ayaklarını sürüyerek mutfağa girdi… Anneannesinin et kesiği dediği şeyden olmuştu. Bedeni dökülmeye yer arıyordu da elbisesi sanki bedeninin etlerini tutuyordu dökülmekten.
Terliklerinin sürüme sesi sinirini bozdu. 13 yaşında ayaklarını sanki sürterek yürümesinin daha iyi bir şey olduğunu düşündüğü dönemde en sevdiği kırtasiyenin önünden geçerken dükkân sahibinin “sürtme ayaklarını, yollar eskiyor!” demesinden beri sürtmemişti ayaklarını. Ayrıca sürtenlere ve gereksiz sese de sinir olurdu ama şimdi hem ayaklarını sürtüyor hem de o sesi çekiyordu. Neyse ki insanın kendi yaptığı başkasının yaptığı kadar dokunmuyordu insana. Bu ses bile daha bir çekilirdi bu durumda.
Küçük tencereyi aldı açık çekmeceden. İçine buzlukta tuttuğu, kendi yaptığı tavuk suyu parçalarından koydu, su ekledi ve ocağı yaktı. Baharat rafının önüne gidip durdu. Öyle bir durdu ki kafasından tek bir soru geçti:
“Ne işim var benim burada?”
Milyon tane cevabı olabilecek bir sorunun tek cevabı: “Baharat seç!” oldu.
Ne de seviyordu iç sesini. Bir dönemler “Allah’ım içimde biri konuşuyor, deliriyorum galiba” dediği sesin büyük büyük anneannesinden hediye olduğunu anladığı zaman rahatlamıştı. Şimdi bir ritüeldi bu sesle konuşmak.
Kendi kendine söylendi:
“Eeeey bedenim, neye ihtiyacın var?”
“Biraz sumak, kekik ve karabiber” olarak geldi cevap. O sırada su kaynamıştı zaten. Tuz olmadan olmazdı. Hayatın tadı tuzu eril ve dişil enerjinin bir arada ve dengede olması gibi gerekliydi. En tatlı yiyeceğe bile bir tutam tuz konulması gerekirdi. Tuzu başparmağı ve işaret parmağının arasına sıkıştırdı, elini tencerenin üzerine getirdi, hedefine kilitlenen uzay aracı gibiydi eli. İki parmağını birbirine sürterek tuzu serpti kaynayan suya.
“Tel mi, arpa mı?”
Bir sonraki soru “Tel mi, arpa mı?” idi. Hangi şehriye? Sahi, şehriyenin adı niye şehriye? Mercimeğin adı niye mercimek, pirinç pişince neden pilav oluyor? Birden yoruldu, bu yorgunlukla şimdi beynini bu sorularla doldursa oracığa yığılıverecek kadar yorgunluk çöktü. Sormayı bırakıp tel şehriyeyi seçti, çiğnemesi kolaydı.
Çorba pişene kadar oturdu mutfak masasının yanındaki eski tahta sandalyede. Beklerken sıkılmasın diye sandalyeyi maviye boyadığı günlere gidip dolaştı içinde. Ex’ini sevdiği, kalbinin mavi renkle çarptığı, yeşile kaçtığı zamanları düşündü. Kalkıp çorbayı karıştırdı. Mavi sandalyeyi bir dahaki sefere “Ex’ten next olmaz!” diyerek kırmızıya boyamaya karar verdi.
Çorbayı en sevdiği seramik kâseye koyarken kenarındaki çiçeklerin zaman içinde solmuş mavi renkte olduklarını fark etti. Çorbaya biraz da limon sıktı ve tekrar karabiber ekledi. Şimdi yanarak kırmızının bedenindeki bütün hastalık hücrelerini öldürmesini çorbayı içerken takip edebilirdi.
Bu hastalık onu çok mu teknolojik yapmıştı, ona mı öyle gelmişti, karar veremedi.
Boğazı karabiberden yanarken yatmaya gitti.
Görsel: Sharon Farrow