Yumurtalı Ekmek
Kadın mutfağa girdi. Bugün yukarıdaki renkli camlı pencereden güneş yansıyordu mutfağa. Mutfağın en kutsal anı buydu, kısa süren ama renkli bir zaman… Aynı o defterde yanına çiçekler çizilmiş mini tarif gibi…
Kadın renklere baktı, sanki içine soludu renkleri, babaannesinin salonundaki kristal avizeyi silerken hepsine hayran hayran dokunmak gibiydi hissi…
Bugün acelesi yoktu nasıl olsa. Köşedeki dolabın anahtarlı çekmecesini açtı, içinden minik tarif defterini çıkardı. En çok baktığı, okurken parmaklarını gezdirdiği için yazıların hafif solduğu sayfayı açtı. Sayfa açılmaya hazırdı zaten, defter sanki kadının kalbini okuyordu. Herkes akıl okumanın iyi bir şey olduğunu sanırdı ama kalp okumak asıl yetenekti ve gerçekti, gerçeklerin gerçeği.
Kadın ezbere biliyordu tarifi ama her seferinde sayfanın kenarına çizilmiş çiçekleri ve o yazıyı tekrar görmek için açardı defteri:
“Bugün beni sevdiğini söyledi!”
Söylenen sevginin duyulduğu günün tarihi yoktu, tarifi vardı. O tarif de sevgi doluydu.
Ekmek dilimlerini çıkardı ve artık yağ lekelerinin temizlenemediği, temizlenmediği için ayrı bir karakteri olan ve biraz da mafyavari ağırlığı olan tavayı. Ekmek dilimlerinin ortasını kalp kalıbıyla çıkardı özenle. Ekmek biraz bayatsa daha kolay olurdu bu iş. Taze ise daha yavaş hareket ederdi. İlişkinin taze zamanlarında nasıl o birlikteliğin neresinden tutulması gerektiğinin tam bilinmemesi gibi, ekmeğin ortasının nasıl çıkarılacağı biraz korkuturdu onu. Ekmeğin şeklini bozarsan ortasına dökülen çırpılmış yumurta kaçıverirdi aralardan. Kadın derin bir nefes aldı. Hala gençti ama biraz daha genç zamanlarına gitti. Neresinden tutacağını bilemediği, “bugün beni sevdiğini söyledi” cümlesini kendisinin de yazmak istediği günlere. Dedesi söylemişti babaannesine ama o duymamıştı içindeki aşkı ekmeyi istediği adamın yüreğinden bu sözü. Sonra ekemediği ekmek kendi kalbinde pişmiş hem kendini hem kadının kalbini yakmış, bir köşede bayatlamıştı. Havasız dehlizlerde kalmış gibi sağlam kalmıştı ama küflenmeden, bozulmadan, hiç yenmeden, başlanmadan ve bitirilmeden o ilk zamanlarda olduğu gibi…
Kadın ekmeği keserken kulağında bir fısıltı duydu.
“Artık o ekmeği de dilimle!”
Kadın anlamazlıktan geldi. Ağzına kitaplarda yazılan ama kimsenin bilmediği o kekremsi tat geldi. Dilini dolaştırdı ağzında, dişlerinin arasında ekmek taneleri vardı. O sırada bir kuş kondu renkli camlı pencereye ve kadına baktı. Gözleri “Yüreğin hafiflesin, o da seni sevdi ama söylemedi.”, der gibiydi.
Kadın hırsla kesti ekmek dilimlerini ve biraz yağ döktü tavaya. Yine kendine kızmıştı. Kendinden başka kime kızabilirdi, sevdiği adama mı? İnsan sevmediğine kızabilir, o da kendinden başkası değildi.
Yağın cızırtısı gelince uyandı içindeki rüyadan, o masal bile olamamış hülyadan ve ekmekleri dizdi tavaya, biraz sonra ters yüz yaptı ve yumurtayı ortalarına döktü. Yumurtalar pişmeye başlarken üstlerine biraz kaşar peyniri ve minik doğranmış kapya biberlerle yeşil biberleri serpti. Kapya biber aşkını yaşadığı hali, yeşil biberler aşk yokmuş gibi yaptığı haliydi.
Babaannesinin en sevdiği sunum tabağını raftan alırken açıldı kapı… Kadın işini yapmaya devam etti, bu mutfakta bölünmeyi hiç sevmezdi, en sevdiği seansların yeriydi bu mutfak onun için. O çalışırken gelen ancak bir kendini bilmez olabilirdi ya da onun aşkını bilmeyen biri…
Tam o sırada nefesinin kokusunu duydu ensesinde. İçi ürperdi, midesindeki kelebekler havalandı, renkli cama güneş geri geldi.
“Ben dedenden daha çok seviyorum ama sen bu cümleyi nasıl yazarsın, onu bilmiyorum.”
Kadın sunum tabağını masaya koydu. İçinden bir dilim aldı:
“Ben artık yazamam, ama yerim.”, dedi.