Aşıklar Krepi
Gün kendine çağırdı eşini,
Hava oldu güneşli
Olan hava mıydı
Yoksa sadece birleşen iki kişi mi?
Kadın mutfaktan içeri girdi. Yağ sıçramış duvara uzandı, “Bu yağ buraya nasıl sıçramış olabilir, al sana günün sorusu…” dedi içinden ve duvarda asılı olan önlüğü geçirdi boynundan.
Anneannesinden kalmaydı önlük. Bazı yerleri incelmiş, bazı yerlerdi delinmiş, ortadaki dedesinin kıskandığı için kestiği bölüm dantelle tekrar dikilip kapatılmış, solmuş mavi renkte bir önlüktü. Kadın bu önlüğü özel yemekler pişireceği zaman takardı, anneannesinin efsunlu eli onunla olurdu o zaman, yemeklerin lezzeti büyülü, sihirli aromalarla dolup taşardı ve yiyen içinde bir yolculuğa çıkardı. Bazen yiyenin gözünde bir damla yaş akarken yüzü aydınlanır, karşısındakine gülümseyerek bakar, “Bilmiyordum” derdi. Bazen hıçkırarak ağlar, artık bu kadar yeter derdi. Herkesin içinde farklı yemeklerden oluşan bir çocukluk yatardı ne de olsa.
Şimdi hayat ne kadar kolaylaşmıştı, mikserler inanılmaz bir kol rahatlığı veriyordu insana. Cam kabın içine su ile karıştırılmış sütü ki, bunlar pembe yalanlarla süslenmiş gerçeklerdi, iki yumurtayı ki, bunlar sevmeyi beklediği adam ve kendisiydi, iki bardak unu, ki bunlar ikisinin de anne ve babalarıydı ve bir paket kabartma tozunu, ki bu da hayatın kendisiydi, koyup mikseri çalıştırdı. Ve bir tutam tuzu da ekledi sihir bütünlensin diye. Mikser bulamacı karıştırırken gözünün önüne bir sürü insan geldi; geçmişten arkadaşları, şimdiki dostları, gelecekten henüz tanışmadıkları… Bazıları kabın içinde unu kıvamlandırıyor, eritiyor, bazıları baloncuklar çıkartıp dedikodularını yayıyorlardı ortalığa. Bazen mikser bir yerde biraz daha fazla ses çıkarıyordu, “Şimdi hallediyorum” der gibi. Hayatta da kavga ya da kaos sonrası gelen düzen yeni bir düzen olmuyor muydu?
Kadın tavayı aldı ve içine biraz yağ döktü. Bu yağ annesi gibiydi, üzerine sorumluluk almayan, anneannesine hiç benzemeyen, ona benzemediği için hem ona kızgın hem de kahkahalarla aşağılarken içine içine ağlayan bir kurban mutluluğu yaşayan annesi gibiydi. Nereye gitse oranın şeklini alıyor, biraz sürülüyor, biraz akıyor, biraz kızıyor ve bazen donuyordu. Annesi buralardan gideli çok olmuştu, kadın başını havaya kaldırdı, “Seni seviyorum anne” dedi, “Sen yine de annemsin ve iyi ki annemsin.”
“Artık yeter!”
Yağın kızma sesleri gelirken kulağına gelen sesler oldu tavadan. Biraz bağrışma gibi, babası bağırıyordu yine. Hep annesine, ama o küçükken hep kendisine bağırıldığını sanırdı ve kaçmak, yok olmak isterdi. Yine bir adım geri attı istem dışı. Sonra fark etti ayak hareketlerini ve “Artık yeter!” dedi. Diyebildi.
“Artık babamı da görebilirim, onun içindeki çocuğu neden görmekten kaçıyorum, o anlatmıyor muydu bana babasının dayaklarını?” Aslında sevmişti babası annesini, ama annesi “Ben annem gibi olmayacağım işte” diye inat ederken, anneannenin dedesiyle yaşadığı aşkı da olduramamıştı, kocasının aşkını hiç görmemişti. Bir sahne belirdi tavada bu sefer, sesler dağıldı ve babasının annesine bakan aşk dolu gözlerindeki çaresizliği gördü. Gözünden süzülen bir damla yaş yağa karıştı ve çıkan cızırtıyla artık biraz önce hazırladığı kıvamlı sosu tavaya dökme zamanının geldiğini anladı.
Tam zamanıydı her zamanki gibi, hamur öyle güzel pişti ki, “İşte bu!” dedi. Her şeyin bir zamanı vardı ve o zaman, her zaman en mükemmel olanıydı. Bunu biliyordu, anneannesi demişti ona, o henüz mutfağa hiç girmemiş ama bahçede filizlenen tohumları inceleyip onlara şarkı söylerken… Bazı fideler kurur, bazıları hızlıca serpilirdi, bazıları da tam zamanında olurdu. Neyin zamanının en mükemmeli olduğunu böyle anlamıştı. Ölmesi gereken için en mükemmel zaman, büyümesi gereken için en mükemmel zaman, olgunlaşıp meyve vermesi gerekenler için en mükemmel zaman, hepsinin mükemmel zamanı farklıydı, aynı anda olsa bile.
Gör Beni
Tavaya döktü, tavadan aldı, tavaya döktü, çevirdi, ters yüz etti, kreplerin üzerindeki şekillere baktı ve bir anda bir volkanın ağzından içine düşermiş gibi içi çekildi. Hiç bilmediği bir koku burnundan ciğerlerine yayıldı ve oradan karnına indi, karnında volkanın ağzından çıkan lavların renginde bir ışık belirdi ve bir anda patladı. Sırtında dolaşan iki gözü gördü arkasını dönmeden. Yavaş yavaş ocağın altını kapattı, tavayı ocaktan kaldırdı. Arkasını dönmeden sırtındaki gözlerle kavuştu yüreğinin gözleri, arada lavlardan bir mesaj vardı: “Ben geldim, beni görüyor musun?”
Tam elindeki spatulayı suyun altına tutarken çıktı kalbindeki ok, kalbindeki yaranın tavadaki hamur gibi aktığını, bütünlendiğini, dönüştüğünü gördü gözleri kapalı. Kalbi tam o sırada konuştu:
“Kreplerin üstüne anneannenin dedene yaptığı o sihirli kayısı marmeladından yapmalısın.”
Evet, o marmelat sihirliydi, sanki aşkı yaratan, aşkı yaşatan, aşkı sonsuzluğa uğurlayan bir tadı ve kokusu vardı. Anneannesi içine kakule koyardı, başka kimsenin yapmadığı ve bu tatla dedesi âşık olmuştu anneannesine.
Biraz olacaktı sahiden dolapta. Nedense bütün kavanozu dibine kadar yemiş, kavanozun kenarlarından aşağı süzülen marmeladı atmaya kıyamamış, zamanı gelince atarım, diye dolaba kaldırmıştı. Buzdolabının kapağını açtığında arkadan bir ses geldi, bir de ne diyeceğini bilemediği için görülse de rahatlasa sesinin eşlik ettiği bir öksürük sesi…
Kadın duymazlıktan geldi, karnındaki o his, sırtındaki o gözler o kadar güzeldi ki, biraz daha sürsün istedi. Marmelat kavanozunu aldı dolaptan, kapağını yavaşça açtı, açarken kalbinde yeni bir yerin açıldığını hissetti. Kaşığı daldırdı kavanoza ve marmeladı tabakta en üstte duran volkanlı krepin üzerine sürdü. Tam o sırada ikinci öksürük sesi geldi.
Kadın tabağı eline aldı ve arkasına döndü. Tabağı uzattı arkasındaki genç adama:
“Açsın sanırım, belki tatlı ile başlamak istemezsin, ama arada değişiklik yapmak iyidir.”, dedi.
Adam rahatladı, öksürme isteği yerini rahat nefeslere bıraktı ve “Önce bir bardak su alabilir miyim? Yol uzundu.”, dedi.
Kadın hemen bir bardak aldı dolaptan, çocukken babasının en sevdiği ve annesinin o seviyor diye en sevmediği bardağı, içine su doldurdu ve köşede annesinin çok sevdiği ve babasının o seviyor diye hiç sevmediği çevirme tatlısından bir kaşık alıp suya koydu. İçine kendisinin en sevdiği ve ailede başka hiç kimsenin sevmediği naneden bir yaprak attı ve adama uzattı.
Babası annesiyle buluşmuş, anne babayı kabul etmiş, kadın artık yetişkin olmuştu. Şimdi artık aşkı o da içebilirdi.
Adam suyu içti, kadına baktı, gözlerinden değil, volkanın en derininde kalmış kalbinden, artık yakan, yıkan o ateş sönmüştü, dumanlar havaya karışmış, hava berraklaşmıştı. Güneş görünmüş, gün eşine kavuşmuştu.
Kadın ertesi gün kendi defterinden henüz hiç denemediği bir tarifi deneyecekti.
Görsel: Irene Neyman