Dibin Sosu
Çıtır, çıtır, çıtır…
Ağızda çıtırdamanın sesi ne kadar iyi geliyordu kulaklarına. Kadın bir cips daha attı ağzına. Paketli yiyecekler artık kaçınılmazdı market raflarında gördükçe… Sınır koymak zor, sınırı aşmak kolaydı.
Kadın mutfakta dört dönüyor, karnındaki yumruk yemiş gibi halini bırakamıyordu bir türlü. Duygusal atak dedikleri buydu galiba… Duygularını kusmak mı, yemek mi, neden her şey beden üzerinden ilerliyordu hayatta? Bedene neden bu kadar görev veriliyordu? “Zavallı bedenim”, dedi.
Cipsin tuzu ağzını yakmaya başlamıştı. Yine de duramıyordu bir türlü.
Buzdolabından yoğurdu ve mayonezi çıkardı. İki çorba kaşığı yoğurt ile biraz mayonezi karıştırdı. İçine kekik, nane, tatlı pul biber döktü ve karıştırdı. Çıtırdayan paketin içinden kapıverdiği cipsi sosa bulayıp ağzına atıverdi. Bu sosa bir de dip sos diyorlardı. Neden? Sosun dibini illa da göreceğinden mi yoksa dibi gördüğün için bu sosu yaptığından mı? “Amaaaaaaannnnn” dedi içinden, “Onun dibi ya da benim dibim, sadece bir tek dip var işte, o da duygularımın dibi…”
Yine o vazgeçemediği arkadaşını aramıştı. “Bu sefer de o arasın, ben artık aramayacağım”, diye karar verdiği halde yine kararını çiğnemişti. Telefonu açan arkadaşı ise yine aynı cümleyi söylemişti:
“Seni ben çağırdım!”
Arkadaşı bunu söylerken bir zafer edası yayılırdı sesinden. “Başardım, yine sen aradın” mı diyordu, yoksa “çekim yasasını kullandım, seni düşündüm, seni kendime çektim” mi diyordu? Ne derse desin, kadın sinirleniyordu. Sonuçta “yaptığın sana, algıladığım bana yasası”ydı geçerliydi çekim yasasından önce. O yüzden kadının algısında sürekli bir “ben seni yönetiyorum” un yansıması vardı ve kadın bundan nefret ediyordu. Şimdi yine o yönetilme hissinin öfkesine düşmüştü.
Fark edince zihin rahatlıyordu. Zihne bir anlam gerekliydi. Otomatik komuttan çıkması için uzaktan kumandanın tuşuna basmak gibiydi bu anlamı bulmak. Zihin rahatlayınca gevşiyor, gevşeyince kendini bırakıyor, bırakınca alan açılıyordu. Kadın da tam o sırada dibini bulduğu sosun tabağına bakakaldı. Tabağın arkadaşından gelen hediye olduğunu o sırada fark etti. Ona sinirlendiğinde kırmayı birkaç kez aklından geçirmiş, her seferinde tabağı çok sevdiğinden vazgeçmiş, tabakla arkadaşının enerjisini birbirinden ayırmaya çalışmıştı. Şimdi anlıyordu ki hala enerjileri birbirlerinin içindeydi.
Kadın son cipsi sossuz ağzına atarken zihnindeki sonsuz kuyudan bir balık yakaladı. Oltasının ucunda sallanan balığın üzerinde “tıpkı benim gibi” yazıyordu. O sırada aklına geldi, aldığı eğitimi uygulamak…
“O da tıpkı benim gibi, benim gibi, benim gibi, Ben’in içinde, benliğinde dertli. Ben nasıl ona tepki veriyorsam o da tepki veriyor. Ben nasıl görüyorsam o da görüyor. Belki ikimizinki farklı ama sonuçta ikimizin de ayağımızı sıkan pabuçları var, bazen giyiyoruz, bazen çıkarıp rahatlıyoruz.”
Kadın bunu düşünürken ağzındaki son cips kırıntısının çıtırtısı da bitti. Kadın olduğu yerde gevşedi, zihni bedeni olmuştu şimdi, gevşemişti. Zihninden bedenine akanı fark etti. Zihnindeki düşüncelerin öfkesini kabarttığını, kabaran öfkenin eline ulaşıp cips paketini nasıl aldığını izledi geri sararak. Cipsi yerken aldığı hazzın aslında öfkesiyle kabaran egosu olduğunu fark etti ve tabağa baktı tekrar.
“Sen tabak mısın, ego musun, egom musun, egosu musun?”
Tabak dile geldi ve “ben sadece bir tabağım” dedi.
“Beni hiç tanımadığın biri yaptı, tıpkı senin gibi biri. Benim hamurumu yoğururken içi acıyordu, kendini yönetilen ve kontrol edilen bir çocuk gibi hissediyordu, tıpkı senin gibi. Sonra fırına soktu beni, sırladı üzerimi. O sırrı üzerime sürerken, sırrını içime hapsetti. Fırından çıkarınca o da sevdi beni, tıpkı senin gibi, ama sırrını görmek ona iyi gelmedi. O yüzden beni hemen sattı, yoksa satmak için yapmamıştı. Arkadaşın aldı beni, sana olan hislerini içime üfledi zihninden, tıpkı senin gibi… Çok düşündü, ‘kendime mi alsam yoksa ona mı alsam’ dedi ama sonra sana almaya karar verdi. Ben seni seçtim çünkü. Benim bir görevim var, aldığım sırrı alanın kalbinde sırlamak… Sen bana alan oldun, ben sana sır. Şimdi gördün içindeki sırrı, o minicik kimsenin artık göremediği, sadece senin görebildiğin ve tıpkı senin gibi olan minik kızı…”
Kadının kalbinden bir pıt sesi geldi. Bir kapısı açıldı kalbin, içine minik bir kız yürüdü, ilkokulun birinci sınıfında saçları iki yanından toplanmış, güleç ve ne yapacağını bilemeyen hali…
Sır ortaya çıktı, arkadaşının yanında kendisi değil, o minik kız oluyordu. Tabağın içine baktı:
“Hey, minik halim, seni görüyorum, kendini bana göstermeye çalıştığını şimdi anladım, üzgünüm. Gel bakalım, kalbime, orada biraz sohbet edelim, neye ihtiyacın var?”
Kalbinin kapısı bir gıcırtıyla biraz daha açıldı. İçeriden bir ışık huzmesi dışarı yansıdı, sanki bir yol aydınlanıyordu içeriden dışarıya. Küçük kız ışığın yolunda yürüdü ve kalbin kapısından içeri girdi. O içeri girince ışık çoğaldı, bir özlemin yası bitmiş, kutlama başlamıştı sanki.
Kadın derin bir oh çekti ve tabağı lavaboya bıraktı, cipsin paketini çöpe attı ve kendine bir çiçek almak için dışarı çıktı.