theme-sticky-logo-alt

Kime Niyet Kime Kısmet

Akşam saatlerinde geldikleri otelin çevresi öyle beyazdı ki sanki bir süre hiç kullanılmayacak bir evin tüm mobilyalarının üzerini örter gibi kocaman beyaz bir örtü ile her şeyin üzeri örtülmüştü.
Arabadan indiklerinde burunlarından çıkan nefesin buharı karanlığın içinde bile fark ediliyordu. Üçü de gördükleri manzara ile öyle büyülenmişti ki soğuğu düşünmeden bir süre öyle bakakaldılar. Beyazın saflığı, sadeliği ve dinginliği ile içini huzur kaplayan Zümrüt sessizliği ilk bozan oldu; “Huzursuzluğun içindeki huzur, eşittir şimdiki an. Bu denklemi şimdi uydurdum kızlar” derken içinde bulunduğu ruh halini de tanımlıyordu. Tülay’ın “ Hadi kızlar burada buzdan heykel olmadan, bir an önce otele girelim” uyarısıyla hepsi otele doğru harekete geçti.

Niyet…

Kızlar içeri girdiğinde tam ortada duran ve dört taraftan da görülebilen büyük ve görkemli şömine hepsinin ilgi odağı olmuştu. Tabi her biri için bunun farklı bir sebebi vardı. “Wouuuuw” demek ilk önce Tülay’a kısmet olmuştu. “Kısmetin insanın karşısına nerede çıkacağı belli olmaz”, derdi her zaman. İçeri adım atar atmaz gördüğü “manzara” da ona “Ohhh be cennete düştük” dedirten türdendi. Gözleri radar gibi etrafı taradı hemen. Her yer kaslı, sportmen, yakışıklı erkek dolu, diye geçirdi zihninden. Üç ayrı oda ayırtmak tabi ki Tülay’ın fikriydi ve hiç de pişman değildi. Serap için de şöminenin arkasındaki bardaki bin bir çeşit içki pek cazip gelmişti.

Gördüğü anda eşyalarını odaya koyup biraz barda takılmaya niyet etmişti bile. Zümrüt’ün ise ilk aklına gelen; “Bu kadar büyük bir şömineyi buraya koymak hangi mimarın fikriydi? Acaba bu oteli hangi firma inşa etmişti?” Bir an için mesleki deformasyonunun etkisinde kaldıktan sonra “Bu lobide ne güzel kitap okunur…”, diye aklından geçirirken buldu kendini. Üçü de içerinin sıcaklığında, şöminenin yanında eriyen dondurma gibi olmaya razıydılar.

Pastanedeki portakal kokusu Zümrüt’ü bir miktar sarsmış olsa da daha önünde üç koca gün vardı ve bu tatili boşa geçirmeye hiç niyeti yoktu. Akşam yemeğinden sonra sıcak bir köpük banyosu ile rahatlayıp erkenden uyumayı tercih etti.

Tülay ve Serap için ise tatil o gece başlamıştı bile. Tülay’ın girişken ve rahat tavırları ile Serap’ın içine kapanık gizemli halleri ne kadar zıtlık oluştursa da ikisi de o gece yeni tanıştıkları “sportmen” beylerle gece yarısına kadar sohbet edip, eğlenip günlük rutinlerinin dışına çıkmayı başardılar. Ertesi gün pistte görüşmek üzere herkes odasına çekildi.

Tülay’ın Karanlığı…

Uykusundan avuçlarının içinde kendi tırnak izleriyle uyandı Tülay. Öyle çok yumruğunu sıkmıştı ki hala canı acıyordu. Çoğu geceler böyle uyanıp sonra da uyuyamıyordu fakat bu gece de burada böyle bir rüya görmesi onu şaşırtmıştı.

Diş hekimi son sevgilisi olmasaydı çene kasları ve dişleri de acıyor olurdu. Çene kaslarına botoks yaptırmak çok iyi gelmişti. Zaman zaman “Yav bu botoks beyne de yapılır mı?”, diyordu şakayla karışık. “Neyse Ferit Efendi de en azından bu işe yaradı”, diye kendini teselli etti yine.
Rüyalarını hiçbir zaman hatırlayamıyordu ya da hatırlamak istemiyordu. Bir arkadaşı ona rüya defteri tutmasını önermişti ama o defterin sayfaları hep boş kalmıştı. Eğer elindeki tırnak izleri olmasa bir rüya görmediğine de yemin edebilirdi.

Yataktan kalkıp gökyüzünün karanlığı içerisinde ortalığı aydınlatan ve beyaz kar örtüsünü daha da muhteşem hale getiren aya baktı. “Her şey ne kadar da uyum içinde”, diye düşündü. “Beyaz ve siyah. Kimi siyahın içindeki beyazı yüceltirken, kimi de beyazın içindeki siyahta kayboluyordu. Oysa ikisi de aynıydı”, diye zihninden geçirmesiyle “Offf be ben de felsefe yaptıysam herkes yapar” deyip bir hamlede kendini oradan sıyırması bir oldu.

Bu sabah üç beş nöbetleri de olmasa hayat çok daha kolay olacaktı onun için. “Ah Rahmetli de demek aşk acısını böyle sabah üç beş nöbetlerinde yazmıştı.” diye geçirdi aklından. Bu saatlerde uyanınca en sevdiği şey telefonundan şarkı açıp dinlemekti. Aklına gelmişken “Sabahlar Uzak” şarkısını açtı. “…Gel vefasız, gel vicdansız, çağırmazdım acil olmasa. Gel insafsız, ah kitapsız, yanıyorum arzularınla… Sabahlar uzak, bu sevda tuzak bana… Kaçıncı hasret kaçıncı yalnızlığım…”, “Offf Kayahan offf nasıl da beni anlatmışsın”, derken yine geçmişe bir tünel açıldı sanki. “Ama yok olmaz, hayır Tülay şimdi hiç sırası değil”, deyip tekrar kendini şimdiki zamana getirdi. En iyisi sözsüz müzik dinlemek, diye karar verdi. Ona en iyi gelen piyano sesiydi. Telefonundan “uyku müzikleri” başlıklı listesini açıp kendini müziğin büyülü tınılarına bıraktı ve üç şarkıdan sonra yeniden uykuya daldı.

Aslında Tülay içindeki acının kaynağını gayet iyi biliyordu ama hatırlamak istemiyordu. Yaşadığı zor günleri arkadaşlarıyla ilk paylaştığında; “Sanki kör bir kuyunun içindeyim ve çıkamıyorum” diye anlatmıştı. Yıllar içerisinde tüm bu anılarını da o kuyunun karanlığında bırakmayı tercih etmişti. Anılarıyla yüzleşmektense böylesi daha güvenli gelmişti ona. Bir süre gördüğü tedavi ile insan arasına karışabilir olmak onun için yeterli olmuştu. Zamanla da neşeli, hiçbir şeyi umursamayan kadın maskesini takmayı benimsemişti. Rolünü öyle iyi oynamıştı ki en yakın arkadaşları bile Tülay’ın artık “O”’nu ve yaşattıklarını unuttuğuna inanmıştı.

Sabah kurduğu alarmın sesiyle güne gözlerini açan Tülay’ın aklındaki tek şey bir an önce kayak pistine gidip akşamki niyetini gerçekleştirmekti. “Kısmet, belli mi olur, belki de aradığım beyaz atlı prens değil de bir karlar prensidir” derken eğlenmeye başlamıştı bile.

Devamı gelecek…

Öykünün ilki için; Bir Portakal Sorunsalı

İkincisi için; Bir Portakal Sorunsalı- Dönüşüm Başladı

Görsel: Andrii Bezvershenko

Önceki Yazı
Huzur Pencereden İçeri Girer mi?
Sonraki Yazı
Tutsak

2 Yorum

    15 49.0138 8.38624 1 1 4000 1 https://daginikkalsin.com 300 0