theme-sticky-logo-alt

Şekerli Portakal Suyu

Kadın elinde kova ve bezlerle mutfağa girdi. Geçen gece yağan yağmurla birlikte pencerelerin önündeki saksıların içinden sıçrayan toprak taneleri pencerelerde büyük lekeler bırakmıştı.
“Küçük şeyler büyük şeylere neden olabilir, neyin bedeli nedir, iyi bilmek gerekli.”, diye düşündü kadın.
Kovanın içindeki suya bulaşık deterjanından biraz sıktı ve sonra pencerelerin önündeki objeleri, eşyaları ve aletleri bir kenara toplamaya başladı. “Her işin bir raconu vardır”, derdi çok özlediği, birlikte olmaya doyamadığı dedesi. “Hırsız olsan bile temiz çalışacaksın” diye de eklerdi. O zamanlar hırsızlardan korkardı kadın, onların sadece para çaldığını düşünür; “neden temiz olsunlar, buna ne gerek var?”, diye sorup dururdu. Dedesi güler, “Para çalınmaz, sadece el değiştirir”, derdi. Keşke çalınan şey sadece para olsa, kalp çalınır, aşk çalınır, zaman çalınır, emek çalınır, hak çalınır. Böyle bir sürü örnek verirdi her seferinde. Hüzünle bakardı o zamanlarda dedesi, sonra bir gün anlamıştı dedesinin hüznünü. Kız kardeşinin kalbini komşunun oğlu çalmış, kız onu sevmiş ama çocuk onu sevmemiş, sevmiş gibi yapmış. Kız kardeşi karşılıksız aşkın acısına dayanırmış belki ama çocuğun dalga geçmesine dayanamayıp atlamış bir gece balkondan kimsenin haberi olmadan. Sessiz bir çığlıkla çalınıvermiş yaşam hakkı da. O yüzden parasını hep ortada bırakırmış dedesi, bir gün çalınsın da para, o parayla birlikte üstündeki yük de kalksın istermiş. Dedesini çok seven kadın bu yüzden temiz olmaya çok önem verirdi, her işini özenle yapmaya çalışırdı.
Pencerelerin önü boşalınca üç bez birden ıslattı, yanında iki bez de kurulamak için vardı. Çıktı tezgâhın üstüne ve pencerelerin kanatlarını açarak silmeye başladı.

Tam o sırada bir rüzgâr esiverdi

mutfağın çaprazından görünen çınar ağacından bir yaprak uçuverdi pencerenin önüne, önce hızla, sonra salınarak inerken, bir yaprak daha geliverdi arkadan… Bu sefer biraz daha yavaş, biraz daha fazla salınarak ve birleşerek, üst üste konuverdiler kadının önüne.
Esintinin çıkardığı ses bir söze dönüştü, dedesinin sesini duyuverdi. Ses biraz daha genç çıkıyordu, ama dedesine ait olduğundan emindi.
“Artık kardeşimle birlikteyim, artık onunla sohbet ediyoruz, çocukken en sevdiğimiz isim- şehir oyununu oynuyoruz karşılıklı. Artık hüzünlü değilim. Beni özlediğinde ne yapman gerektiğini biliyorsun.”
Kadın pencerelerini sildi, tekrar sildi ve kuruladı, pervazların tozunu aldı, çerçeveleri bile sildi. Kurulama bezinin camda çıkardığı gıcırtılar temizliğin sesiydi onun için.
Bütün pencereler silindiğinde o da tezgâh üstünden inip sert zeminden acıyan dizlerini ovaladı. Her seferinde dizlerine yumuşak dizlikler takması gerektiğini düşünür, kovayla mutfaktan çıkarken bu fikrini unuturdu. Bu sefer dizlerine birer çimdik attı, acısı biraz daha sürerse kapıdan çıktıktan sonra daha ne kadar bunu hatırlar diye kendini test etmek istemişti. Her seferinde hayata katılan minik bir ayrıntı hem beyni çalıştırır hem de keyif verebilir ne de olsa, değil mi?
Pencerelerin önüne obje, alet ve eşyaları tekrar yerlerine dizdi. Belki bu eşyaların yerini değiştirmek de hafıza için iyiydi ama karanlık mutfakta bile hiçbir yere çarpmadan iş yapabilecek kadar her şeyin yerini biliyordu. O yüzden bu değişime cesaret edemedi. Her değişim kendi içinde bir direnç taşırdı. Bu da onun egosunun direnciydi, karanlıkta bile bir yere çarpmadan iş yapabilme yeteneği. Kime ne yararı vardı acaba? Hem kendine kızıyor hem de bunu bırakmaya hazır olmadığını hissediyordu. Derinden gelen bir offff çekti ve tam da o sırada anneannesinin “of deme, ah de” diyen sesini duydu. “Tamam anneanne, bir of kendime, bir ah sana”, derdi hep, yine dedi.

Dedesini özlemişti…

… yapraklar içini bir hoş etmişti. Hüzün desen hüzün değil, huzur desen huzur değil, belki tutulmamış yasların oyun zamanı gelmişti, adını koyamamak ondandı.
Mutfak masasının üstünde duran portakal kasesinden üç tane portakal aldı. Neden masalların sonunda hep üç elma düşerdi insanların başına? Neden hiç portakal değil? Elmalar hala Âdem ile Havva’nın elma yediği ağaçtan mı düşüyordu yoksa?
Portakalları cam kesme tahtasının üstünde ikiye bölüverdi. Babasının da kullandığı kollu portakal sıkmaktan başka hiçbir amaçla kullanılamayan eski sıkacağı çekti önüne. Her zaman aldığı eşyaların, aletlerin birkaç amaç için kullanılmasını severdi ama eskileri de atamazdı bir türlü. Bu da babasıyla anılarıydı. Portakalların yarım hallerini teker teker yerleştirdi ve kolu çevirdi. Portakalın üzeri kapandı, sıkıldıkça suyu çıktı. Suyun sesi dere gibiydi. Tazeliği, biraz ekşiliği, biraz tatlılığı sesiyle içine akıyordu. Bütün portakalları sıkınca bardağa doldurdu ve üzerine biraz şeker serpip karıştırdı. Gümüş kaşık anneannesinden, şeker fikri “gazı geçsin” diyen dedesindendi. Yine ikisini bir etmişti.
Portakal suyunu içerken temiz pencerelerden dışarı baktı, iki yaprak hala üst üste pencere pervazının yanında duruyorlardı. Üçüncü portakal dedesinin kız kardeşi içindi zaten. Gökyüzüne bakıp bardağını yukarı kaldırdı.

Görsel: Anastasiya Zabolotnaya

Önceki Yazı
Ait
Sonraki Yazı
Kadim Kadınlar
15 49.0138 8.38624 1 1 4000 1 https://daginikkalsin.com 300 0