theme-sticky-logo-alt

Çay Lekesi

Kadın elinde iki tane papatya ile mutfağa girdi. Kaldırımın kenarında çıkmıştı papatyalar. Doğa kendi harikalarını her yerde yaratmaya hazırdı. Hani New York’un göbeğindeki Kızılderili adam o kadar keşmekeşin içinde arı kuşunun kanat çırpmasını duymuş ya ve diğer adamlar sadece yere düşen madeni paranın sesini. İşte böyle bakmakla görmek, duymakla işitmek arasındaki dağlar kadar fark, insanlar tarafından dağlar delinip içinden tünel geçirilebiliyor diye fark olarak bile görünmüyordu.
Kadın papatyaları bir çay bardağına yerleştirdi. Bardağın altına babaannesinin işlediği minik dantel örtüyü koydu. Masanın üstünde bir kır oluşmuştu şimdi. Kocaman bir kır… Masanın üstündeki dünden dökülmüş çayın silinmekten kurtulmuş lekesi kadının dikkatini çekti. Annesinin elini çekiştirerek bir yerlere götürmeye çalışan küçük kızı gördü lekede.
İçi acıdı birden. Neden olduğunu anlamadı. Kalbinin duvarlarına sanki kocaman balyozlarla vuruyorlardı. Ocağa çaydanlığı yerleştirdi, demliğe koyduğu bir kişilik çayın üzerine soğuk su koydu. Altta kaynayan suyun sıcağı ile demleme yapmaya bayılıyordu. Çayın suyu yavaş yavaş ısınmalıydı. Kadın sandalyeyi çekti ama oturmadan gidip radyonun düğmesini çevirdi. Geçenlerde bir klasik müzik kanalı bulmuştu Allahtan. Tam da Vivaldi çalıyordu, ah ne güzel bu Dört Mevsim…

Kendiler

Bu sefer sandalyeye tam yerleşti ve lekeye tekrar baktı. Leke hareketlenmişti sanki. Kadın lekenin içine girdi bir gözlemci gibi ve küçük kıza yakından baktı. “Anne, anne bak ne güzel” diyordu küçük kız. Annesi onu dinlemiyor, duymuyor, kendi yoluna gitmeye çalışıyordu. Anne kız birbirlerini çekiştiriyorlar, birbirlerine kızıyorlar, kendi dünyalarını bu kızgınlığın üzerine tekrar tekrar inşa ediyorlardı. En sonunda anne daha güçlü çıktı ve küçük kızı elinden çektiği gibi dengesini yitirmesine neden oldu. Çocuk tam düşerken hayal kırıklığı, mutsuzluk ve suçluluk bulutlarını üzerinde yağmur bulutu olarak görüp ıslanmaktan korktu ve annesine baktı. Annesinin onu görmediğini, aslında kendi içindeki hayal kırıklıkları ile kavga ettiğini o anda anladı. Annesi hep ona kızardı, belki de kızdığı kızın kendisi değil, annesinin kendisiydi. Kendiler ne kadar da karışıyordu.
Kadın küçük kıza baktı takdirle. Kendisinden daha mı akıllıydı bu kız, daha mı zeki, daha mı anlayışlı? Sonunda fark etti, o küçükken sadece bakmış, görmemişti ama bu küçük kız görüyordu. Bir süre daha kilitlendi lekeye. Lekedeki küçük kızın gözlerinin kör olduğunu o sırada anladı. Kız gözleriyle değil, kalbiyle bakıyordu. Kadın idrak şaşkınlığının içinde ağzının açıldığını sonradan fark etti. Aman Allah’ım, asıl gören kalpti, gözler bizi nasıl da yanıltıyordu. Zihin ile el ele veriyorlar, bir oyun yaratıyorlar, sadece gözlerinin gördüğüne inanman gerektiğine inandırıyorlardı seni.

“Gözümle görmezsem inanmam!”

Bu cümle herkesin aslında yargımı, tespitimi, kararımı ancak gördükten sonra ortaya çıkarırım dediği ve aslında zihnini ikna etmek için kullandığını hiç fark etmediği bir cümleydi. Baksanız, söylendiğinde o kişiyi ne kadar iyi bir konuma getiriyordu. “Oooo bu kişi yargısız infaz yapmıyor” derdiniz ama zihin bizi nasıl bir yargıya götürüyordu ve bunu kimse bilmiyordu…
Ah o ince tehlikeli çizgiler… Delilik ile dahilik arasındaki gibi kalp ile zihin arasında da ince bir çizgi vardı ve zihnin kalbi ezmemesi için kişinin kendini farkındalıkla eğitmesi gerekiyordu. Belki de bu kız gibi dışarıya kör, içine gören olmak gerekiyordu.
Kadın derin bir nefes aldı. Islattığı bezle lekeyi sildi. Bunu sindirmesi gerekliydi. İçini görmek, içinden görmek, içine görmek… Bunların hepsi farklı yollarda yolculuklardı ve uzamış çimenlerin arasında patikayı bulmak zor oluyordu.
Kadın kendisine yeni demlenmiş çaydan bir bardak daha koydu ve bu sefer ertesi gün bakmak üzere bir damlasının masaya damlamasına izin verdi, bile isteye ve görerek…

Önceki Yazı
Sodalı börekten kalbe karışanlar
Sonraki Yazı
Kundalini Yoga Psikolojisi: Yoganın Batı Eleştirileri
15 49.0138 8.38624 1 1 4000 1 https://daginikkalsin.com 300 0