Pilavdaki Şehriyenin Rengi
Mutfağın kapısı kapalıydı.
Kadın kapıyı açtı, kapı açılırken gıcırdadı. “Zeytinyağı ve pamuk” dedi kadın içinden, gıcırdayan kapılar için rakı-balık, karpuz-peynir ikilisi gibiydi.
Bugün biraz telaş vardı içinde. Lise mezuniyet gününe gidecekti, içini bir stres basmıştı. Acaba onlar nasıllar, yıllardır görmediği, konuşmadığı, hallerini bilmediği eski arkadaşları ya da aslında sadece eski tanışları. Arkadaş olan bu kadar ara vermezdi görüşmelere, zaten o zamanlarda da çok fazla bir ilişkileri yoktu. O olsun isterdi, bazılarıyla aynı grupta olmak, onlar tarafından aranmak ve partilerine çağrılmak… Olmazdı bir türlü. “Aman” diye bir ses çıktı ağzından ve sonra da ağzından çıkanı kulağı duydu, omzunu silkti. Bir “buna önem vermiyorum artık” omuz silkişi, adeta bir “istemem, yan cebime koy”.
“Haydi böyle olsun” hali
… ama neden bu kadar telaş, bu kadar stres? Cevap veremedi, içindeki ortaokul çocuğu yine bütün hüznü, tercih edilmemişliği ve terk edilmeye hazır tetik hali ile karşısındaydı. Pencereden dışarı baktı. O sırada anladı. Çocuk dışarıda, o içerideydi. Çocuk dışarıdaydı, o da çocuğu terk etmişti, istememişti, dışlamıştı, görmemiş ve duymamıştı.
Bunu fark etmek onu o kadar sarstı ki sandalyeyi zorla çekti ve oturdu. Bir gece önceden havalansın diye tepsiye döktüğü pirinci önüne alıp ayıklamaya başladı, aynı babaannesinin yaptığı gibi. Pirinçleri tepsinin bir tarafına yığdı ve üç parmağıyla pirinçleri yavaş yavaş kendine doğru çekerken içinde taş var mı diye kontrol etmeye başladı. Bunu niye yapıyordu? Pirinçler artık bu kadar güzel paketlenirken taş da çıkmıyordu ki yıllardır içlerinden. Kaçıyordu işte, bir olaydan kaçarken kendine başka önemsiz, ama önemlimsi bir olay yaratıyordu.
Hayır, hayır, bu sefer kaçmayacaktı. Yerinden kalktı, pencereye yaklaştı. Çocuk hala dışarıda duruyordu. Elleri cebinde, boynunda o uzun sarı kaşkol ve paltosuyla. Çocuğa el salladı. Çocuk durdu öylece. Çocuğa gülümsedi, çocuk durdu. En sonunda pencereyi açtı ve kapıyı işaret etti. O zaman çocuk bir adım attı. Kadın hatırladı, hala bilemediği bir yerde, nereye gideceğini bilemediğinde donar, kalırdı. Çocukken de öyleydi. Neyse, içinde bir yerler eriyor, eriyen yerlerden bilgi geliyordu.
Mutfağın kapısı gıcırdadı
Kadın arkasını döndü. Çocuk ona bakıyordu, artık elleri cebinde değildi, bir eliyle paltosunun üstten üçüncü düğmesiyle oynuyordu. Kadın biraz çekingen gülümsedi. Çocuk biraz çekingen gülümsedi.
En sonunda kadın, “Merhaba” dedi.
Çocuk tepsideki pirince bakıp “Ben ayıklayabilir miyim?” diye sordu.
Kadın ne diyeceğini bilemedi ama çok da çaktırmadı bu durumu. O artık bir yetişkindi ve öyle davranması gerekiyordu. Artık bu çocuğun yetişkin hali olduğunu görüyordu.
“Birlikte yapabiliriz”, dedi çocuğa. Çocuk gülümsedi. Kadının içi erimeye devam etti.
Kadın çocuk için de bir sandalye çekti. Birlikte tepsiye eğildiler, bir süre hiç konuşmadan.
En sonunda kadın, “Galiba seni ne kadar özlediğimi anlamamışım, üzgünüm” dedi. Çocuk kafasını kaldırmadan, “Önemli değil ama önemlimsi, galiba sen bu kelimeyi seviyorsun”, dedi. Kadın güldü. Çocuk güldü. Mutfağın havasında bir şeyler değişmişti bile.
Kadın dolaptan çelik pilav tenceresini çıkardı. Kiler dolabından da arpa şehriyeyi. Galiba şehriyeyi kavurması gereken çocuktu.
Bu arada aralarındaki sohbetin rengi de kavrulmuş arpa şehriye rengine dönmeye başlamıştı. Çocuk masadan kalktı, “Pirinçlerden hiç taş çıkmadı” dedi, ne tuhaf, benim gibi, ben sanki hiç yokum gibi…
Kadın eğildi, çocuğa sarıldı
“Sen varsın, hep vardın ama sandığın gibi istenmediğin için değil, istendiğin için yok o taşlar artık. Bunu sen bilemedin, ben de bilemedim. Şimdi yeni bir paketteyiz ama, bu pirinçler gibi birlikteyiz artık.”
Kadın tencereye tereyağından bir parça koydu ve tahta kaşıkla kızgın yüzeyde çevirerek eritti. Üzerine arpa şehriyeden iki avuç döktü, biri kendi, biri çocuk için… Tahta kaşığı çocuğa verdi. Çocuk “Emredersiniz” der gibi selam çaktıktan sonra kaşığı aldı ve şehriyeleri çevirerek kavurmaya başladı. Ocağın ısısı ve şehriyelerin kokusu mutfağa yayılırken ikisinin arasındaki sevgi bağı gittikçe güçleniyordu. Kadın pirinçleri cam bir kabın içinde iyice yıkadı ve suyu süzdü. Süzülen su bembeyazdı. Japon kadınlar bu suyla yüzlerini silermiş, bu bir güzellik reçetesiymiş. O yüzden kadın suyu dökmedi, sonra yüzünü yıkamak için kenara kaldırdı. Islak pirinç, kavrulma kahverengisi rengine gelmiş olan arpa şehriyelerin üzerine dökülünce çıkan cozzzz sesi ile kadın ve çocuk birbirlerine baktılar. Bu ses yeni bir geleceğin sesiydi.
Kadın içme suyundan pirinçlerin üzerine ekledi, sonra bir kez tahta kaşıkla karıştırdı, tuzunu ekledi, bir kez daha karıştırdı ve tencerenin kapağını kapattı.
Kadın kendini televizyonda yemek programlarına konuk almış yemek yapan sanatçı gibi hissetti bir an. Çok önemli bir konuğu vardı bugün. Kimsenin göremediği, bilemediği, kendinin çağırmayı unutmuş olduğu ama onun için bu dünyadaki en değerli varlıklardan biriydi bu konuk. Çocuğa baktı, “Kalp konağımın konuğu” dedi ona sesli olarak. Çocuk gülümsedi, “Sahibi olsam” dedi. “Konuklar gider, sahipler kalır” Kadın gülümsedi, annesi de bu zehir kafa ile başa çıkamamış, o yüzden de budamıştı hep onu.
Kadın elinde mikrofon gibi tuttuğu tahta kaşığı tezgâha bıraktı. Çocuğa sarıldı, çocuk ona sarıldı. Kadın kalbinin sesini duydu, sevincin telaşın, dinginliğin korkuların yerini aldığı kalbinin melodisi değişmişti. Çocuk tam o sırada küçülmeye başladı, küçüldü, küçüldü ve kadının kalp konağının kapısından içeri girdi. Kadının kalbi gıdıklandı.
Suyu kaynayan pilav tenceresinin kapağının kenarından tıssslama sesleri gelirken, kadın ruhunun şarkısını söylemeye başladı.