Un Helvası
Güneşli bir gündü. Gün güneşle gelmişti, dünün tüm kara bulutları dağılmış, etrafı bir bahar havası almıştı.
Kadın böyle günlerde kendini daha bir şefkatli, daha bir mutlu ve huzurlu hissederdi. Güneş ona atalarını getiren bir uzay aracıydı onun için sanki. Güneşli günlerde hücrelerindeki enerjiyi hissederdi. Bu enerji ona hareket ve güçlü olmayı getirirdi ve o günlerde her şeyi daha kolay hallederdi.
Bugün nedense atalarını düşünüyordu hep. O göçler, yaşanan acılar, yolda kaybolanlar, bilinmeyenler, sırlar… Hepsi ne kadar büyük bir yüktü ve son zamanlarda epigenetik hafıza çalışmaları ile bilim insanları da hücre bazındaki travma aktarımlarını kanıtlamışlardı. Geçenlerde bir aile dizimi çalışmasına katılmış, ne kadar etkilenmişti. Bilim görünmeyen alanı kanıtlamış, her şeyi görmek isteyenlere bir kolaylık sağlamıştı. Halbuki ne çok şey vardı görülmeyen. Örneğin sevgi ya da nefret, ne kadar görülebiliyordu. Sevgiye bir masaya dokunur gibi dokunabiliyor muyduk? Nefreti gözlerde görebiliyor, ama elimize alabiliyor muyduk? Ama yine de biliyorduk ve hissediyorduk. Neden hissetmek yetmiyordu insana, hep bir bilmenin peşinden gidiyordu? Bilmek ne kazandırıyordu hissetmenin yanında? İşte aile diziminde görünmeyen şeylerin görünenlerin üzerindeki etkisini gördüğünde bunları düşündü. Hissedemeyen kişi bedenini de yediğini de hissedemiyordu. Bedeninin ne istediğini, neye ihtiyacı olduğunu anlayamıyordu. O zaman da yaptığı yemeklerin değerinin bilinmediğini düşünüp üzülüyordu biraz.
Geçen gün kitaplıkta bulduğu yemek kitabını aldı eline. Üniversiteden arkadaşının derlediği kitabı sırf arkadaşının emeği için almıştı ilk çıktığı zaman. O zamanlar yemek yapmakla pek ilgisi yoktu. O yüzden de kitap oldukça toz tutmuş, defalarca açılmadan tozu alınarak yerine geri konmuştu. Diğer okunmuş ya da beğenilmemiş kitaplar gibi verilmemiş, kitaplıktaki yerini muhafaza etmişti. Nedense o gün içgüdüsel olarak kitaba gitmişti eli. Sanki ilk defa görüyordu kitabı. Kitabı kaplayan sis perdesi açılmış, kitabın kapağı netleşmişti.
Kitabın içi Türkiye’deki azınlıkların geleneksel yemek tarifleri ile doluydu. Bazıları çok zordu, gözü yemedi denemeyi, bazıları için ise malzemeler yoktu mutfakta, alışverişe gitmeden neler yapabileceğine bir baktı kitabın sayfalarını hızlıca çevirerek.
En sonunda aradığına ulaştı, bizim un helvamıza benzeyen bir Ermeni tatlısı Havitz… Malzemeler aynı, hem de mutfakta var, yapılışında biraz farklılık vardı, hatta un helvasından daha kolaydı.
Yüreğinde anneannesinin çok korktuğu büyük dedeyi hissetti, Ermeni devşirmesiymiş, hem de bir Osmanlı askeri. Onun ruhuna gitsin, dedi içinden. Belki diğer aleme göçmüş anneannesi de artık korkmuyordu babasından.
Tereyağını eritti tavada, 125 gr yazıyordu kitapta, ama o göz kararı alıverdi kabından. Altı kaşık un yazıyordu ama onu da göz kararı koyuverdi tereyağının üstüne. Bu yaramazlığı hep yapardı, hem kurallara uymaz sonra da keşke uysaydım diye kendini döverdi. Uzun süredir yapmıyordu bunu, ama bu sefer aynı çukura düşüvermişti. Unu iyice kavurdu tavada. Unu kavurup içine şeker katarak ona kâseyi uzatan babaannesinin yüzünü gördü önünde birden. Çocukluğunda en sevdiği tatlı oydu. Kahverengi şekerle karışmış unu yerken arada boğazına kaçırır, öksürürdü. Un bu arada iyice kahverengi olmuştu, içine yavaş yavaş ılık su ve sütü karıştırmaya başladı. Aslında su ya da süt diyordu, ama sırf su tatsız oluyordu, çok süt dokunuyordu, o da böyle bir çözüm bulmuştu. Un iyice doyunca bu karışıma şekeri de ilave etti, şekerin ölçüsü bir bardak idi, ama nasıl bir bardak olmalıydı, yazmıyordu. Tabii o yine gözünün kararına bıraktı ölçüyü. Bir fiske tuzu ekledikten sonra yine karıştırdı. Tavada soğumaya bıraktığında pencereden süzülen bulutu gördü. Bulut sanki bir asker şapkası gibiydi ve gülümsüyordu. Pencereye koştu kadın, rüzgârın bulutu dağıtmasından az önce gördü tekrar ve seslendi buluta:
“Ruhun şad olsun atam, huzurla uyu. Seni seviyorum.”
Kaseleri hazırladı, Havitz dağıtılacaktı. Aklından kaç kişiye yeteceğini hesapladı ve kimlere verebileceğini. Yaşlıları ilk sıraya almıştı.